Semra Özümerzifon ile ‘Derin’ isimli son kişisel sergisi ve Türk Sanatı hakkında kısa bir sohbet… BugünBugece Sohbet

Hazal Gençay – Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz?

Semra Özümerzifon – İstanbul doğumluyum. 1970 yılında ACG’den (Robert Kolej) mezun oldum. Beni resimle tanıştıran, resim yapmaya teşvik eden kolejde kıymetli hocamız Seniye Fenmen olmuştur. Bir dönem Necdet Kalay’ın atölyesinde resim çalışmaları yaptıktan sonra 1980’de İsviçre’ye yerleştim. Cenevre Güzel Sanatlar Akademisi’nde 4 yıl boyunca resim ve desen eğitimi aldım. Cenevre’ye yerleşmiş olan sanatçımız Güngör İblikçi’nin atölyesine gravür çalıştım.

İlk dönem çalışmalarımda beni etkileyen ve duygulandıran konuları işledim. Bunlar bazen güncel olaylar bazen kişisel deneyimlerimle ilgiliydi; Bosna’nın Gözyaşları serisi, Çalgıcılar serisi, Yol serisi, Tsunamizedelere Ağıt gibi… Semazen konusunu ise uzun bir dönem işledim. Semazenlerin sema ederken maddeden manaya doğru yaptıkları yolculuğa nazire gibi benim bu çalışmalarım da somuttan soyuta doğru yol aldı ve monokrom olarak kendiliğinden sona  erdi. Biri İtalya’da diğeri Fransa’da olan fuarlara yolladığım iki semazen kompozisyonum bu ülkelerde ödül kazandı. Bunların yanı sıra Tsunamizedelere Ağıt İtalya’da ve Işık adlı tablom gene Fransa’da ödül kazandı.

2007’de tekrar memleketime dönmenin verdiği sevinçle yeni bir dönem başladı ve karşıma çıkan ağlarla yine ‘yüreğimin götürdüğü yerlere doğru’ yeni bir yolculuğa başladım.

H. G. – Resimden, gravüre ve heykele uzanan pek çok alanda eserler veriyorsunuz. Bu serginizdeki eserlerinizde önceki çalışmalarınıza kıyasla daha yoğun bir malzeme kullanımı görüyoruz. Son dönemde, Türkiye’de, farklı malzeme kullanımı sıkça tercih edilen bir teknik oldu. ‘’Derin’’ isimli serginizde kullandığınız zengin malzeme, eserlerinizin konu bütünlüğü içinde nasıl bir yer ve amaç ediniyor?

S. Ö. – Uzun yıllar ağırlıklı olarak yağlıboya ve onun yanı sıra pastel ve suluboya çalışmış bir sanatçı olarak atık balık ağlarıyla karşılaştığım zaman, çalışmalarımda geleneksel malzemelerle elde ettiğim renk ve dokuyu atık balık ağlarını kullanarak da elde edebileceğimi hissetmek ve ilave olarak bu çalışmaları 3 boyuta taşıyabileceğimi görmek bana çok heyecan verdi. Bu nedenle sergideki kompozisyonlarımda kullandığım ana malzeme, bana ilham veren atık balık ağlarıdır. Doğal renkleri, zengin ve saydam dokuları, atık olmalarından dolayı da “yaşanmışlık” hissi verme özellikleriyle sıcak ve plastik bir malzemedir bu ağlar. 3D çalışmalardan “yumuşak heykele” doğru doğal bir geçiş adeta kendiliğinden gelişti ve ifade alanımı genişletti.

Kullandığım diğer malzemeler ise ağların barındırdığı estetik ve plastik ifade potansiyelini ortaya koymak amacıyla yararlandığım destek verici yan malzemelerdir. Mesela, bazı 3 boyutlu duvar kompozisyonlarında kullandığım ayna ve asetat veya heykellerde kullandığım demir bu amaçla kullanılarak çalışmalarımla bütünleşmiştir. Bu sayede atık balık ağlarını kullanarak hem resim hem de heykel yapabildim.

H.G. – Serginizin ismi ”Derin” ve eserlerinizle aynı zamanda tükenen kaynaklara, geri dönüşüm ilkelerine ve çevre sorunlarına gönderme yapıyorsunuz. Buna biraz değinir misiniz?

S.Ö. – Sergimin ismini “Derin” koydum. Bu tabii kullandığım malzemeyle ilgili. Malzemenin çağrıştıracağı ifade derinliğine atıfta bulunuyor, denizin derinliğine de bir göz kırpıyor.

O atık ağlar ki suyun derinliklerini içlerinde barındırıp dolaysız olarak bize aktarırlar; uzun yaşamları boyunca defalarca onarılıp tonlarca balık yakalamışlar. Üzerlerinde hala balıkçıların onarım izleri görülür. İşe yaramaz hale gelince de bir köşeye atılır, orada yığılıp kalırlar.

Çağımızda yaşanan problemlerin bir bölümü olan denizlerin ve suların kirlenmesi, küçük boy balıkların zamansız avlanılması, türlerin tükenmesi, geri-dönüşüm ilkelerine uyulmaması gibi sorunları da sembolik olarak çağrıştırırlar.

Atık ağlarını sanatımda malzeme yaparken, amacım ağların yukarıda bahsettiğim çağrışımlarını önceden hesaplayıp eleştirel bir duruş sergilemek olmadı hiçbir zaman. Çalışmalarımı ağlardaki plastik potansiyeli görerek ve çok sağlam olan bu malzemeye gerçekten değer vererek yaptığımı belirtmek isterim. Üst üste katmanlar halinde derinlikler yaratarak aslında denizle balıkla balıkçılıkla hiç ilgisi olmayan kompozisyonları oluştururken, yeni bir kimlik kazanan atık balık ağlarının yukarda bahsettiğim çağrışımları da barındırmaları beni iyi hissettiren bir duygu oldu.

H.G. – Son zamanda özellikle genç sanatçıların farklı malzemeye yönelik çalışmalar üretmesi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

S.Ö. – Çağımızda bu kaçınılmazdır, çağın gereğidir. 19. Yüzyılın sonlarına doğru Fransa’da sanatçılar “Salon” tekelini aşıp da kendilerine önceden hiç görülmemiş bir serbestlik sağladıktan sonra “yenilik” modern sanatın vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir.

20. Yüzyılda birtakım genç kavramsal sanatçılar daha cesur ve radikal yenilikler getirmiş ve adeta sanatta bir devrim yaşanmıştı. Çağdaş sanatın sevimli ve muzip sanatçısı Louise Bourgeois modern sanatta bir sanatçının kendini ve çağının problemlerini ifade etmesi için önceden kabul görmüş değişmez kuralların olmadığını belirtir. Bundan dolayı sanatçının sürekli yeni yollar aramaya mecbur kaldığını anlatır ve bunun sanatçı için çok acı veren bir durum olduğundan yakınır.

Günümüzde yeni teknolojik gelişimlerin günlük yaşamımıza iyice yerleşip hayatımızın hızını ne kadar arttırdığını görüyoruz. Bu durum tabii olarak sanata da yansır. Sanatta da zaten varolan “yenilikçi” yaklaşım yeni malzemeleri ve teknolojiyi de kullanarak değişim hızını arttırır. Genç sanatçılarımız da yaşadığımız küresel iletişim çağında bu yenilikçi geleneği devam ettirip farklı malzemelerle kendilerini ifade edecekler, bazen izleyiciyi şaşırtacak bazen kızdıracak bazen da gülümsetecek ama her zaman yeni ve ilginç işler yapma gayreti içinde olacaklardır. Sanat biraz da budur, onu çekici yapan sağladığı sonsuz özgürlüktür. Bu durumdan şikâyetçi olan izleyiciler ressam Malevich’in şu sözlerine kulak vermeli: “…insanlar hep sanatın anlaşılır olmasını talep eder, halbuki kendilerinden yeniyi anlamak için uyum sağlamaya çalışmalarını talep etmeleri gerektiğini hiçbir zaman düşünmezler.” Şimdi bir kısım gençlerin icra ettiği sanat; ister estetik kaygılarla olsun ister estetik kaygılardan biraz uzak olsun farklı malzemeler içeren veya yeni teknolojiyle donatılmış, aktarılmaya çalışılan entelektüel bir bakıştır.

H.G. – Uzun yıllar yurtdışında yaşayıp üretmiş, çeşitli ödüllere layık görülmüş ve dört yıl kadar önce İstanbul’a dönüş yapmış bir sanatçı olduğunuzu göz önünde bulundurarak; Türk Sanatını batının ve doğunun neresinde görüyorsunuz ya da Türk Sanatı hakkında neler söyleyebilirsiniz?

S.Ö. – Türk resim sanatından bahsediyorsak, benim yurt dışına gittiğim 1980’deki durumla döndüğüm 2007 yılındaki durum tabii ki çok farklı. Batı anlamında Türk resminin tohumları bize Avrupa’dan geldi, Türkiye gerçeğiyle gelişti, çok da güzel eserler verildi. 1970’lerde bir tane bakımsız bir müzemiz ve parmakla sayılacak kadar galerilerimiz varken şimdi müze ve galeri sayısında, İstanbul gibi büyük bir şehir için hala yetersiz olmakla beraber, 1980’li yıllara bakarak bir patlama yaşanıyor denebilir. Özel müzelerin artması, galerilerin çoğalması, fuarlar, etkinlikler güzel sanatlara olan ilgiyi arttırdı. Genç sanatçılar, koleksiyonerler, sanatseverler çoğaldı. Topladığı dünya çapında tanınmış önemli çağdaş sanatçıların eserlerini, Türk sanatçılarının eserleriyle yanyana sanatseverlere sunan ve aynı zamanda genç Türk çağdaş sanatçılarına da destek veren bir Elgiz Müzemiz var. Dünyada kabul görmüş önde gelen sanatçıları izleyebilmek de Türkiye’de sanatın geliştiğinin bir göstergesidir. Özgün işler yapan genç sanatçılarımız var. Müzik, mimarlık, edebiyat, sinema gibi diğer disiplinlerde de aynen çok büyük gelişmeler gerçekleşti. Festivaller de sinema ve müzik alanında ilgiyi arttırdı. Yurt dışında ödüller kazanan mimarlarımız, sinema yönetmenlerimiz, Nobel ödüllü yazarımız, eserleri yabancı dillere çevrilen ve dünya kütüphanelerinde yerini alan, yurt dışında konferanslar veren yazarlarımız, dünya çapında konserler veren müzisyenlerimiz, dünya müzisyenlerini ayağımıza getiren organizatörlerimiz var. Artık Türk Sanatı ve Türkiye’de sanat da dünya sanatının bir parçası haline geldi. Arada bir gölge etmek isteyenler bizleri üzse bile Türkiye’deki sanata ben çok olumlu bakıyorum.

H.G. – Bu serginizle beraber eserlerinizi Türk Sanatı içinde nereye yerleştiriyorsunuz?

S.Ö. – Amerikalı soyut dışavurumcu ressam Robert Motherwell o zamanki bu yeni akımla ilgili başından geçen bir anısını anlatır: Arkadaşı Baziotes 1944’de Peggy Guggenheim Galerisi’nde sergisini hazırlarken Motherwell de ona yardım etmektedir. Asıldıktan sonra arkadaşı beti benzi atık bir vaziyette kendisine dönüp “Güvendiğim tek kişi sensin, bu sergi olmadı, bir işe yaramaz, hepsini indirip sergiyi iptal edeyim” der. “O anda benim de serginin iyi olup olmadığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu, o kadar aşırı duruyordu ki… Ama onu teselli ettim ve iyi bir sergi olduğunu söyledim. Başka yapacak bir şey yoktu. Görüldüğü gibi soyut dışavurumcu ressamların tutkusu ve ödün vermemelerinin diğer yüzü de resimlerimizin iyi resim olup olmadığı değil onların resim olup olmadıklarını dahi bilemememizdi.”

Açık sözlülükle anlatılan bu anı bence sanatçıların, daha ziyade belirli bir takım kriterlerin dışında kalan “yenilikçi” sanatçıların hislerini çok iyi anlatıyor. İçsel dürtüyle çalışan sanatçı, yapması gerekeni yapmaktadır ve kendini objektif değerlendiremez çünkü önceden konmuş kriterlerle çalışmamaktadır. Bu işi zaman içinde diğer sanatçılar, sanatseverler, eleştirmenler ve sanat tarihçiler yapacaklardır.

H. G. – Bu samimi sohbetiniz için çok teşekkürler…

Hazal Gençay
18 Nisan 2011
İstanbul

<< Önceki Sayfa    Sonraki Sayfa >>

.